Uçakta, bir süre önce onlarca film arasında 'Çanakkale Destanı' ismini görünce heyecanlanmıştım.
Hemen öncesinde de Çanakkale Şehitliği'ni bir kez daha ziyaret etmiştim.
Maalesef film hayal kırıklığına uğrattı.
Belgesel tadında, basitçe bir çekim...
Didaktik bir sesle kuru bir anlatım.
Sonra film listelerine geri döndüm.
Bu kez 'Mevlana Celaleddin-i Rumi- Aşkın Dansı' ilgimi çekti.
İzlemeye başladım, uzun süre sabrettim.
Ruh dünyam öylesine hazırdı ki...
Hayır, o da olmadı.
Her iki filmin de yönetmenine baktım, aynı isim.
HSBC ve Hyundai gibi önemli markalar sponsor olmuş.
Tek tek saymayayım, popüler ve iyi isimler rol almış. Seslendirmelerde Yılmaz Erdoğan, Meltem Cumbul, müziklerde Sezen Aksu var.
Genelkurmay, bütün arşivini sonuna kadar açmış.
Ama yetmemiş.
Her şey hazır. Un var, şeker var, yağ var...
Helva olmamış.
Her iki filmde de en ufak bir heyecan duymadım. O kadar iştahlı ve hazırdım ki...
Sonra araştırdım, yönetmen genç bir arkadaş.
Üniversite yıllarında çekime başlamış. Belli ki girişimci, gerekli imkanları da bulmuş. Konuları iyi seçmiş.
Onun cesaretini kırmak istemem.
Ama iki haftadır kafamda bu soru:
'Bizim kahramanlarımız nerede?'
Niçin bu toprakların 'değerlerinin' yaşamını çok esaslı bir kitaba, sahici bir filme aktaramıyoruz?
Ne Atatürk'ün ne Fatih Sultan Mehmet'in; ne İnönü'nün ne Yunus'un, ne Deniz'lerin, ne Menderes'in ne de Mevlana'nın...
Ne Fethin, ne de Çanakkale'nin...
Mesela Deniz Gezmiş bizim Che'miz değil mi?
Ya da Milli Mücadele döneminin o isimsiz kahramanlarından herhangi birinin destansı öyküsünü...
Veya 30 yıldır devam eden terörle mücadeleyi anlatacak, belki de ona 'nefes' verecek gerçek bir hikayeyi...
Sıcak ve inandırıcı ama muhakkak etkileyici, capcanlı bir atmosfer...
Yerel değerlerde ama evrensel dilde, tarihimizi ölümsüzleştirecek ne bir kalem, ne bir çekim...
Neden yok?
Kendi coğrafyamızdan yola çıkarak evrensel bir dile neden açılamıyoruz?
Yerel değerlere ait duyarlılıkları aktarma kanalları neden kapalı?
Gerçekleri kim gösterecek?
Benim o gün uçakta hissettiğim duygu, 'yetmezlikti.'
Bir kere 'üslup' sorunu var. Bireysel ve toplumsal anlamda üslupsuzluk hakim, o tamam.
Özgünlük yok.
Biz yeni dünyalara, kitapların ve filmlerin açtığı kapılardan girebiliriz.
Bizi büyüleyen şey, yazar ve yönetmenlerin anlattıkları hikaye kadar, ona hangi dille hayat verdikleridir.
Bunu arıyoruz.
Estetik haz bulamıyoruz.
'Hayatın bizden esirgediği gerçeklikleri' bize gösterecek cesur ve sıra dışı bakışlar nerede?
Sanat, hayat gerçekliklerine ulaşma çabası değil midir?
Denemeler oldu elbette.
Ne yazık ki kendimize, topluma ve tarihimize yönelik standart bakışların dışına çıkamamışız.
Bir döneme, bir ruha, bir şahsiyete dair nitelikli ve derinlikli okuma yapamamışız.
Hazin değil mi?
Tarih bilinci ve empati eksikliği hep karşımıza çıkıyor.
O çağın, dönemin ruhuna da empati...
Konjonktüre uygun piyasa işlerinden bahsetmiyorum.
5 yıl sonra bile okunmayacak, izlenmeyecek eserlerden söz etmiyorum. Hatta söylediğim belgeseller de değil.
Klasik öyküler arıyorum. Bütün dünyanın aynı tatla izleyebileceği, aynı heyecanı duyabileceği sinema filmleri, kitaplar...
Çanakkale'yi anlatacak bir kavrayış, kalbi duyuş, titizlik özlüyorum.
Niçin ağır ve yavan tekrarlara maruz bırakılıyoruz?
Halbuki en temel malzeme, el dokunulmamış biçimde oracıkta duruyor: tarihimiz.
'İş, dönüp dolaşıp senin hikayene dayanır.'
İdeolojik yüklemeler peşinde değilim asla.
Slogan aramıyorum.
Ajitasyon beklemiyorum.
Kahramanlık destanı istemiyorum. Bana Çanakkale'yi, milli mücadeleyi anlatın.
Sanatın gücünü göreyim.
Ama Atatürk'ü, Mevlana'yı, hatta Selahaddin Eyyubi'yi, Şah İsmail'i önce ait oldukları bu coğrafyaya, bütün Ortadoğu'ya ve tüm dünyaya anlatabilecek etkileyici bir dile ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Coşku ve aşkınlık verecek özgün bir anlatıya...
Bugüne de ışık tutacak ve cesaret verecek...
Edebiyatçı değilim, eleştirmen ve sinemacı da...
Bir okur ve izleyici olarak, bir yurttaş olarak duygum ve arayışım budur. Soruyorum neden?
Benim yüreğimi, benim tarihimle titretecek bir film, bir kitap...
|