Bir arkadaşının Söke’deki bağevine gidiyor iki çocuğuyla birlikte... Her şeyi en küçük ayrıntısına kadar
planlıyor... Evin tüm pencerelerini, kapılarını bir güzel bantlıyor... Altı yaşındaki kızı Mira ve sekiz yaşındaki oğlu Yaanis, annelerinin ne yaptığını biliyor mu, o meçhul... Bir mangal getiriyor Elke odanın ortasına,
yakıyor kömürleri... Sonra üçü derin bir uykuya yatıyor. Hâlâ uyuyorlar! Dört mektup bırakıyor ardından... Hepsinin özeti aslında annesinin söylediği bir söz: “Ölüm bazen gerçekten çaresizlerin çaresidir!”
Öyle acı bir hikâye ki bu, Elke’nin yaptıklarını hemen yargılamayın. Böylesi bir planı yaparken nasıl bir ruh hali içinde olduğunu düşünmeden ‘delirmiş bu kadın’ yaftasını yapıştırmayın! Önce hikâyeyi en başından bir dinleyin...
Elke, Tuncelili!.. 2.5 yaşında öz annesinden koparmış babası. Üvey annesini öz annesi bilmiş... Gerçek adı İlknur. Annesiyle kucaklaşmak için tam 40 yıl beklemiş.
İlknur doğmadan bir yıl önce, 1965’te evlenmiş annesi Güneş Hanım Yusuf Yeşil’le... Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirir bitirmez. Yusuf Bey ise ilk kuşak Almancı, Stuttgart’ta Telefunken Fabrikası’nda işçi... Görücü usulüyle evlenmiş Güneş Hanım ama o zaman Almancı demek, refah demek! Biraz da baba ısrarıyla, diğer kardeşlerine gurbet yolunu açmak için...
Tunceli’ye 30 kilometre uzaklıktaki Çukur Köy’e bağlı 20 hanelik bir mezradan Stuttgart’a gelin gitmiş Güneş Hanım. Kocası ona da hemen bir iş bulmuş. Bir tekstil firmasında işçi olarak çalışmaya başlamış. Onun da eli ekmek tutmuş ve derken hamile kalmış. Hamileliğiyle birlikte kabus da başlamış. Bu hayat böyle bir hayat işte! Adam konuşmak yerine şiddeti tercih ediyormuş. Kadıncağız fabrikadan biraz geç mi geldi eve, dayak! Ters bir laf mı etti, bir sözüne karşı mı çıktı, dayak! Zamanla iş çığrından çıkmış, mesela kaynar suyla haşlama gibi... Üstüne üstlük hamileyken ve hastanede bir sır vermesin diye uyku haplarını içirerek, ambulansa bindirmeden önce!
Annesine 40 yıl sonra kavuştu
Günler böyle geçiyormuş... Bir gün yolun ortasında Güneş Hanım’a, “Şimdi ben seni şu arabanın altına atsam, sonra da sigortadan para alsam” demiş. Güneş Hanım, o gün ayrılmaya karar vermiş. İlk yaz tatilinde Tunceli’ye gelir gelmez, boşanma davasını açmış.
“Oh kurtuldu kadıncağız!” diye mi düşünüyorsunuz? Siz nerede yaşıyorsunuz? Yıl 1966, yer Tunceli’nin 20 haneli bir mezrası... Yine de şanslı, en azından ailesi namus meselesi deyip, kocasına dönmesi için baskı yapmıyor, ama elalemin gözünde değeri düşmüş, bakışlardan biliyor, başı önünde geziyor. Koca hatalı da olsa ayrılmak günah ya!
Ölümden kurtulmayı başarıyor Güneş Hanım başı önünde dolaşsa da... Bir iş de buluyor, Ankara’da öğretmenliğe başlıyor. Daha ne istesin Allah’tan? Yanında minik kızı İlknur, para da kazanıyor, kızına kızkardeşi bakıyor, hukukta okuyan erkek kardeşi de babalık yapıyor. Mutlu son mu? İşte bu yazıda hiçbir zaman bu olmayacak!
Yusuf Bey bir yaz tatilinde dönüyor memlekete... İlknur’u almayı koymuş kafasına... Her türlü yola başvuruyor, silahlı tehdit de dahil. “Velayeti bana verin” diyor zorbalıkla. Ama bakıyor böyle olmayacak, “Burada köyde kalacak, İlknur’a annem bakacak. Siz de istediğiniz zaman görürsünüz” diyor tatlı dille... Kandırıyor Güneş Hanım’ı ve her şey yasal!
İlknur’u daha 2.5 yaşındayken alıyorlar elinden Güneş Hanım’ın... Bağrına taş basmak dışında hiçbir şansı yok. Kalıyor fakire sadece ‘bir gün yeniden görürüm’ umudu!
Tahmin edilecek gibi değil ama bir kez bile getirmiyor İlknur’u babası memleketine... Üstelik ulaşabilecek bir adres, bir telefon da bırakmıyor geride... Hatta kendi adını da Can Per diye değiştiriyor.
Bu hikâye İlknur’un annesinin, yani hayata tutunabilen 68 yaşında bir kadının, Güneş Hanım’ın hikâyesi. Her nasılsa ayakta kalıyor, İlknur özlemiyle, onun yerini doldururum diye belki, ikinci eşinden tam yedi çocuk daha yapıyor!
Dik duruyor, kara kara bakıyor hayata, ama biliyorum ki sakinleştiriciler onu ayakta tutan, bir de kızının ve torunlarının acısına karşı inat. Ağlıyor bazen, sessizce, sonra hemen kesiyor gözyaşlarını daha ağlarken bile... Her şeye rağmen dayanmaya yeminli!
O dayanacak, çocukları için mecbur, şimdi biz dönelim yine İlknur’a... Yusuf Bey kızını yanına almanın zaferiyle hemen yeni bir evlilik yapıyor. Kim bakacak ki İlknur’a? Çocuk yaşta bir annesi oluyor İlknur’un, 13 yaşındaki Zarife... Yani bir çocuk bakıyor İlknur’a, birlikte büyüyorlar demek daha doğru aslında.
Peki baba ne alemde? Baba yine aynı baba! İlknur’a da vuruyor ama hakkını yememiş İlknur, daha sonra annesine ve çevresine anlatırken, “Bana çok vurmazdı. Onun gözlerine dik dik bakardım. Hiç ağlamazdım. Benden çekinirdi. Ama üç erkek kardeşimi sürekli döverdi... Sebepli sebepsiz... Tıpkı bir işkenceci gibi, bazen gece uykudan uyandırıp hatta...” demiş. İşte böyle bir evmiş onlarınki.
İlknur’a, babasından miras kalan bir şey varsa o da okuma tutkusu olmuş! Yusuf Bey, kitapları hiç sevmezmiş zira... İlknur’u kitap okurken yakaladı mı paramparça olurmuş o kitap, elinde kalem mi var, mutlaka kırılırmış! İşte bu yüzden İlknur olmuş bir kitap kurdu!
Bir pasaport okumuş ve...
Her şeyi okurmuş ve bir gün bir pasaport okumuş. Ne görsün, anne adı hanesinde hayatında duymadığı bir isim; Güneş. Sormuş annesine! Zarife ne desin, gerçeği söylemiş; “Be kızım benim yaşım belli, seninki belli... Ben senin annen nasıl olurum? O yaşta seni doğurmam mümkün mü?” Afallamış İlknur, öğrenmiş ki gerçek annesi Zarife değil. “Annemi isterim” diye günlerce ağlamış. Yusuf Bey, kızını seviyor ya, ağlamasına dayanamamış, hemen bir çözüm bulmuş. Bir güzel mektup yazmış Güneş Hanım’ın ağzından... Özeti şu; “Kızım ben çok mutluyum. Kendime başka bir hayat kurdum, sana bakamam. Bizim yollarımız ayrı!” İnanmamış İlknur. Yusuf Bey planı geliştirmiş, para vermiş bir kadına, anne rolünü oynasın diye... Oynamış, İlknur da inanmış çaresiz! Daha beter bir acıyla evden kaçmış bu kez... Yusuf Bey yine bir çare bulmuş, 8 yaşındaki kızını bir başka ailenin yanına vermiş... Tam iki yıl böyle geçmiş... Tüm bunlar, Güneş Hanım ve onun ikinci evliliğinden olan kızı Gülnur’dan dinlediklerim... Yani bu acı öykünün sadece küçük bir bölümü ve hâlâ İlknur’un intihar sebebine gelebilmiş değiliz!
İlknur, üç erkek kardeşine annelik yapmış, Zarife de fabrikada çalıştığı için. Ta ki 16 yaşına kadar... O huzurun zerresine rastlanmayan evde... Dayakla büyüyen üç kardeşini de çok sevmiş İlknur. Ablası yaşındaki annesi Zarife ise biraz pişmanlıkla da olsa, “O benim çocuklarıma annelik yaptı, ama Allah beni affetsin, ben ona üvey annelik ettim” demiş yıllar sonra... Bu sebeple o üç kardeşini arkada bırakmasını anlamalı İlknur’un... Cehennemden sadece kendini kurtarabilmiş, Alman Hükümeti’ne sığınarak. Her şeyi geride bırakmış, adını bile değiştirmiş... Artık Elke olarak anacağız onu!
Kısa ama mutlu bir dönem yaşamış Elke. Aslında bilmiyoruz da öyle olmasını umut ediyoruz. Çünkü o döneme ait kötü bir anı aktarmamış ne annesine ne de kardeşlerine... Sular seller gibi okumuş, önce sosyal bilimler, ardından matematik eğitimi, üzerine yüksek lisans... Hayalleri varmış, pek azımızın hayallerine benzer! Bir gün bir arkadaşına “Dünyanın en yoksul ülkesi hangisi?” diye sormuş. Bulmuşlar; Burkina Faso... Afrika’da yoksul mu yoksul bir ülke... Gitmiş, tam üç yıl öğretmenlik yapmış. Ardından İrlanda’da devam etmiş öğretmenliğe... Burada karar vermiş yüksek lisans yapmaya... Yapmasa belki hâlâ yaşıyor olacaktı! Zira Londra’da yüksek lisans yaparken tanışmış İngiliz Justin Tobias Mellersh’le... İki yıl arkadaşlığın ardından evlenmişler. Yani tanımak için yeterince zamanı olmuş! Her şey iyi gibiymiş. Artık İngiltere’de Manchester’da yaşıyorlarmış. Justin de eğitimli, medikal yayınlarda redaktörlük yapıyor, Elke de öğretmenliğe devam ediyor. Böyle aileye iki çocuk yakışır, onlar da yakıştırmışlar. Bilirsini,z ırklar karıştı mı, bu çocuklara güzellik olarak yansır. Yaanis de, Mira da işte öyle sevimli mi sevimli, akıllı mı akıllı iki çocuk!
Dört mektup bıraktı geride...
Derken bir gün Justin’in ailesi bir karar almış, dünya turuna çıkmak! “Gelin biz yokken evimizde oturun, kiradan kurtulun” demişler. Justin de hiç sormadan Elke’ye, oluru vermiş. İlk büyük kavgalarını bu sebeple etmişler. Ama Justin’in dediği olmuş ve eve taşınmışlar. Onları masanın üzerinde bir not karşılamış; yapılacak işler listesi ve altında da bir ibare; “Kira 600 pound!” Kendi evlerinin kirasından daha yüksek! Kavga alevlenmiş aralarında ve öyle bir noktaya gelmişler ki Elke çocukları alıp Almanya’ya dönmüş. Peşinden de Justin...
Bir gün Justin Elke’ye hiç beklemediği bir haber vermiş; “Seni artık sevmiyorum, boşanmak istiyorum.” Bozulmuş, üzülmüş ama “Tamam” demiş Elke... Aynı evde yaşamaya devam etmişler bir süre, Justin bir türlü boşanma davası açmamış. Bakmış ki iş sürüncemede, boşanma davasını Elke açmış.
Dava sürerken çocukların velayeti anneye verilmiş. Justin aynı sokakta bir ev tutmuş. Çocukları sadece mahkemenin belirlediği tarihlerde değil, istediği zaman görebiliyormuş, Elke de zaten bunda hiçbir sakınca görmüyormuş. Hatta çocukları alıp 2.5 aylığına İngiltere’ye götürmesine bile izin vermiş.
Dönmüş çocuklar, ama bir garip! Mira hep yere bakar olmuş... “Ne oldu Mira’ya, hasta mı?” diye sormuş Elke. Justin, “Grip gibi bir şey, merak etme düzelir” diye geçiştirmiş. Birkaç gün geçmiş hiçbir değişiklik yok. Yaanis’i sıkıştırmış bu kez Elke... Ve duyduklarına inanamamış. Yaanis her şeyi anlatmış; “Babam Mira’ya çok kötü şeyler yaptı” diye başlayarak... Anlattıklarının ayrıntılarına çok girmeyelim, ama şiddetli cinsel taciz... Kulaklarına inanamamış Elke, 4.5 yaşındaki kızına sormuş bu kez. “Benim içimden kan geldi, çünkü babam dört parmağını içime soktu. Çok ağladım!” Çılgına dönmüş... Yaanis devamını getirmiş, “Bize pijama giydirmiyordu, birlikte çıplak uyuyorduk” diye...
‘O çocuklarına inandı...’
Aradan 48 saatten fazla zaman geçtiği için cinsel tacizi kanıtlayamayacağını öğrenmiş Elke... Yine de pedagogların raporları doğrultusunda Alman mahkemesi babanın refakatçi olmaksızın çocuklarını görmesine yasak getirmiş. Ama suç kanıtlanamadığı için bir türlü nihai karar verilememiş. Dava uzadıkça uzamış...
Bu arada pedofili suçlamaları üzerine Justin çileden çıkmış! Oğluna, “Annenizi öldüreceğim” demiş. Elke, tek çareyi izini kaybettirmekte bulmuş, velayet ve boşanma davası sürecinde. Arkadaşlarının evlerinde kaç-göç yaşamaya başlamış. Annenin belirli bir adresi olmadığı ve psikolojisi de bozulduğu için mahkeme bu kez çocukların velayetinin devlete verilmesine karar vermiş.
İşte tam bu sırada bir e-posta gelmiş sonradan tanıyıp çok seveceği kızkardeşinden... 40 yıl sonra öz annesinin izini bulmuş Elke. Çocukları da aldığı gibi gelmiş Türkiye’ye. Bir kurtuluş umudu doğmuş. Annesiyle sarılmışlar birbirlerine sıkıca... Ağlamışlar, gülmüşler, gerçekten ana-kız olmuşlar... Kartal’da bir ev tutmuş Elke, çocukları okula yazdırmış, kendisi de İngilizce öğretmeni olarak işe başlamış bir kolejde... Öz annesine kavuşmuş, çocuklar yanında, işi de var, her şey yolunda gibi. Tam kötü haber zamanı! İki kez Almanya’ya gitmiş, davaları sonuçlandırmak için, nafile... Ne boşanabilmiş, ne çocuklarının velayetini alabilmiş. Bu arada Justin, Elke’nin çocuklarını kaçırdığı suçlamasıyla İnterpol’den arama kararı çıkartmış. Her yerde arandığını öğrenmiş Elke... Yine başlamış kaç-göç! Ama pek kaçabilecek yer de yok, şıkıştıklanın farkındaymış.
Kurban Bayramı’nı yıllardır özlemini çektiği annnesi ve kızkardeşleriyle birlikte geçirmiş... Mira ve Yaanis çok mutluymuş... Elke de öyle görünüyormuş. Vedalaşmışlar bayram bitimi...
Kurban Bayramı’nda, kendisini ve çocuklarını kurban etmeye karar verdiği hissedilir gibi şimdi öykünün ilmekleri tamamlanır gibi olunca... Söke’ye yolculuklarında çocuklara ne anlattığını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ne düşündüğünü ise ardında bıraktığı dört mektuptan biliyoruz. Bir gerçek var ki, Elke son noktasına kadar her şeyi planlamış. Pencereleri bantlamasından tutun karbonmonoksitin etkisinin en çabuk yer yatağında etki edeceğini hesaplamaya kadar. Yani umutların tükendiği andan sonra düşünülecek her şey var bu öykünün sonunda. Son sözü, onu en iyi anlayan ve kavuştuğunda ise yitiren annesi söylüyor; “Ölüm bazen gerçekten çaresizlerin çaresidir. O çocuklarına inandı.”
‘Sen benim kahramanımsın!’
Geride yeni Türkçe öğrenen küçük bir çocuğun ağzından yazılmış gibi iki mektup, biri annesine, biri kızkardeşi Gülnur’a.... “Sevgili anne... Keşke farklı olsaydı. Sen benim için en güzel, en tatlı, en iyi kalp olan annesin. Sen çok üzülmüyorsan ben çok sevinirim. Çünkü başka bir yol yoktu. Ben çocukları o adamdan kurtaramıyordum... Kendine iyi bak anne, bir tane kahramanımsın” diyor annesine.
Kızkardeşi Gülnur’a; “İnşallah her şey oldu ve yanlışlık olmadı... Ben seni çok seviyordum ve sen üzülmüyorsan beni mutlu yaparsın... Demek dünya pistir ve ben kocamla evlendim, pislik içinde girdim. Kurtulamıyorum. Benim çocuklarımı o kadar seviyorum, ben onları o pis adama bırakmıyorum... Tabii ben istedim benim çocuklar büyüsünler. Tabii ben istedim mutlu olsunlar... Ama tek başıma yapamıyorum. O pis adam bizi bırakmıyor” diye yazmış.
İki mektup daha var, biri intihar ettiği evin sahibi arkadaşına ve İngilizce, yine çıkmazını özetlemiş. Bir de Alman Aile Mahkemesi’ne bir mektup var ki, soğuk hukuk kurallarına bir methiye: “Sizi kutluyorum. Çok başarılı oldunuz. Çocukları için her şeyi yapan, eğitimli bir anneyi çılgına çevirdiniz. Gerçekten üstüne basa basa sizi kutluyorum!”
Anneye ve kızkardeşe iki vasiyet var, yeter ki üzülmesinler diye... Bir özür ölüm evine çevirdiği evin sahibi arkadaşına... Ve bir acı tebrik Alman Aile Mahkemesi’ne... Sessiz bir çığlık Elke’ninki... Bu yazı ise boşa yazılmış üç ölüm haberi değil asla! Şimdi baba Justin ve ailesi yurtdışında bir kampanya başlatmış, Elke’nin akıl sağlığının yerinde olmadığına dair. O zaten Alman Mahkemesi’ne yazdığı mektupta çılgına döndüğünü söylüyor. Ölseler de o evde çaresizlik içinde, en azından bu utanmazca saldırıya karşı çıkmak hepimizin boynunun borcu. Hele ki cinsel tacizi kanıtlayabilirse birileri, işte o zaman Elke çocuklarını seven bir anne olarak huzur bulacak, bir deli olarak değil!
|