'Dindar gençlik' diye çocukları ideolojik tornadan geçirmek yerine, çağdaş eğitimli, başkalarının hak ve özgürlüklerine saygılı ve adil nesiller yetiştirmeliyiz.
Son bir yıl içinde Türkiye’de iş kazalarında 1500’den fazla işçinin öldüğü açıklandı. Yaralanıp sakatlananlar ise cabası. Herhangi bir iç savaşta, örneğin Afganistan’da bile bir yıl içinde ölenler herhalde bu kadar değildir.
Geçmişten beri maden, özellikle de kömür ocaklarında göçük sonucu ölümler sık sık yaşanıyordu. Bu tür ölümler şimdi de var. Son olarak iki gün önce yine bir kömür ocağında çökme sonucu iki işçi göçük altında kalıp öldü.
Bir ara Tuzla’daki tersaneler bölgesinde ölümler çok yoğundu ya kaynak yaparken ya düşerek. Şimdi de Tuzla tersanelerinden, eskisi kadar yoğun olmasa da ölüm haberleri zaman zaman geliyor.
Geçen şubat ayında Adana yöresinde Gökdere Barajı inşaatında kapak patlaması sonucu 10 işçi sulara kapılarak yaşamını kaybetti.
12 Mart’ta İstanbul Esenyurt’ta bir inşaat yerinde işçilerin kaldığı çadırların yanması sonucu 11 işçi yaşamını kaybetti.
6 Nisan’da Erzurum Aşkale’de, elektrik arızasını gidermek için gölete giren 5 işçi, deniz bisikletinin devrilmesi sonucu donarak öldü.
29 Nisan günü yeni ve bir iç burkucu haber: Trafo boyayan iki işçi elektrik akımına kapılıp öldü. İşçilerden birinin fırçasının sapı çıplak elektrik kablosuna değmiş.
Bunlar ilk anda aklımıza gelenler ya da aklımızda kalanlar.
Ölümler kaçınılmaz mıydı?
Bir yıl içinde bu kadar işçinin ölmesi doğal mı? Bu ölümler kaçınılmaz mı idi?
Örneğin, tekniğin bu denli geliştiği bir çağda, kömür ocaklarında çöküntüyü ve metan gazı patlamalarını önleyecek teknik bilgi ve donanım yok mudur?
Ya Tuzla tersanesinde kaynak yapılırken meydana gelen patlamaları ve yukardan düşüp ölmeleri..
Adana’daki baraj kapağı sağlam yapılamaz mıydı?
Aşkale’de, gölette devrilen elektrik direğini tamir etmeye, yüzme bilmeyen işçiler o dondurucu kış soğuğunda ve deniz bisikleti ile mi gönderilirdi, bunun başka yolu yok muydu?
İstanbul’da, bir elektrik kontağıyla bir anda dev bir meşaleye dönen çadırda ölen işçiler, bu naylon çadırda değil de doğru dürüst barakalarda olsalardı bu katliam olur muydu? İnşaat sektöründen astronomik rakamlar kazananlar için işçi hayatının önemi bu kadar mı?
Verdiğimiz örnekler şunu gösteriyor: Birincisi, bu ülkede işyeri güvenliği çoğu zaman yok. İkincisi, işçiler yaptıkları işe uygun bir eğitimden yoksun. Sonuç olarak işverenler ve onları denetlemesi gereken devlet kurumları için işçilerin hayatı önemsiz.
Şiddetin binbir yüzü
Peki şiddet sonucu yılda acaba kaç kadın hayatını kaybediyor? Gazetelerde, TV’lerde kadın cinayetlerinin haber verilmediği gün yok. Bazen bir günde iki-üç cinayet haberi birden geliyor. Sokak ortasında dövme, bıçaklama; evde çocuklarının gözü önünde delik deşik etme, pencereden, balkondan, uçurumdan atma; öldürüp gizlice gömme...
Bunlar öylesine bir anlık öfkenin yarattığı çılgınlığın ürünü de değil çoğu zaman. Tasarlanarak, günlerce izleyip uygun an kollanarak işleniyor birçok durumda.
Adam, kendisini terk eden sevgilisini acımasızca öldürüyor ya da anlaşamadığı için kendisini terk eden, boşanmaya kalkan karısını.. Kendisini aldatmaktan kuşkulandığı eşini.. Bir delikanlıya gönül veren veya mesaj atan kızını, kız kardeşini..
Öyle ki bu tür haberleri okuyup dinlemekten zaman zaman asabımın bozulduğunu hissediyorum. Bunca vahşetten tiksiniyorum.
“Bunlar ne biçim adamlar” diyorum, insan sevdiğine böyle yapar mı? Varsayalım ki sen seviyorsun ama o seni sevmiyor. Ayrılma arzusuna saygı göster, kadının peşini bırak. Onurlu biriysen sana yakışan bu. Seviyorsan, daha iyi ya, sevdiğinin sensiz de mutlu olmasını iste, sevginin ölçüsü budur, onu bıçakla delik deşik etmek değil.
Hatta varsayalım ki kadın seni aldattı. Ayrılma diye bir şey vardır. Ayrıl ve kendi yoluna git. Ne onu canından et, ne de katil olup hayatını söndür. (Erkekler, hem de çok daha sık, eşlerini aldatmıyorlar mı? Bunun için onların canını almak mı gerekir?)
Ama ben aklı başında, vicdanlı, onurlu insanlara göre konuşuyorum. Oysa bunu yapan erkeklerin aklı başında, vicdanlı, onurlu oldukları söylenemez. Bunların daha çocukluktan, aile çevresinden, okuldan, mahalleden aldıkları eğitim hiç de onları kadın-erkek ilişkilerinde ve genel olarak insan ilişkilerinde uygar biri olacak şekilde biçimlendirmiyor.
Binlerce yıllık küflenmiş gelenekler, kadını erkeğin malı gibi gösteren değer yargıları, böylesine insanlar yetiştiriyor. Okullardaki eğitim, okudukları kitaplar, gazeteler, seyrettikleri filmler, diziler de çocuk ve gençleri, doğayı, çevreyi, insanları sevmeye yöneltecek türden değil. Onlar, iyi kılıç ve mızrak kullanan, baş kesen, vurup-kıran kahraman atalara dair öykülerle biçimleniyorlar, şiddete hayranlıkla büyüyorlar.
Öte yandan, toplumdaki tek şiddet furyası kadına yönelik olan değil. Şiddet bu ülkede ailede, okulda, sokakta, kışlada hayatın bir parçası. Son günlerde doktorlara, öğretmenlere yapılan saldırılar bunun bir örneği. Genç bir adam, 85 yaşındaki kanserli dedesi ölünce, bundan tedaviyi yapan doktoru sorumlu buldu, bıçaklayıp öldürdü. Sözde hak ve özgürlüklerimizi koruyacak olan bir milletvekili, karısı ile ilgilenmekte geç kalan doktoru dövüp yerlere attı. Başkaları, hem de üç kişi birden, yengelerine iğne yapan erkek doktoru dövüp hastanelik ettiler. (Bu da kadınları sevmenin herhalde başka türlüsü!) Bir başka genç, kendisini sınıfa almayan öğretmenini bıçaklayıp öldürdü. Bunlar son birkaç günde cereyan eden olaylardan ilgi çekenleri.
Geçmişte hayatımızda bu kadar şiddet var mıydı? Vardı da biz mi farkında değildik? Belki o zaman televizyon ve internetle bu kadar haşir neşir değildik. Olayların birçoğundan haberimiz olmuyordu belki. Şimdi çok gelişkin iletişim imkânları ülkemizde ve dünyamızda olup bitenleri anında bize ulaştırıyor. Bunlardan etkileniyor, insan olarak acı duyuyoruz.
Ama yalnızca bu değil. Bu ülkede son yıllarda şiddetin katlandığını, adeta bir salgına dönüştüğünü sanıyorum. Çünkü ülkemiz, 1960’lı yıllardan bu yana yoğun bir şiddet ortamı yaşadı. Provokasyonlar, komplolar, siyasi cinayetler birbirini izledi. Hele 30 yılı aşkın çatışma dönemi, bir tür iç savaş, bu ülkeyi şiddet batağına çekti. Kürt gerçeğini kabul edip, Kürt halkının meşru haklarını tanıyarak sorunu çağdaş bir anlayışla çözmek yerine, Kürt halkını ezip sindirmeyi, zorla asimile ve yok etmeyi hedef seçmiş olan çağdışı politikalar ülkeyi bir yangın yerine çevirdi. Şiddet sarmalı ülkenin ekonomik, sosyal dengelerini, bunun yanı sıra toplum psikolojisini bozdu.
Sistem, ülkenin diğer sorunlarıyla ilgili olarak da benzer inkâr ve baskı yöntemlerini izledi. Tüm bunların sonucu toplum adeta hastalandı, şiddet toplum yaşamını bir ağ gibi sardı.
Kanımca gerek kadınlara karşı artan bu şiddet furyasına gerek toplumdaki öteki yaygın şiddet olaylarına çare ararken bütün bunlar üzerinde düşünmek gerekir.
Sistemin getirdikleri
Tek renkli Kemalist bir nesil yetiştirme tutkusuyla ülke ve dünya gerçeklerine sırt çeviren, topluma şovenizmi pompalayan, şiddeti kutsayan ve onu tüm kapıları açacak bir anahtar gibi gören sistem, ülkeyi işte bu duruma getirdi. Şimdi bu bataktan çıkmaya çabalarken yapılacak şey, “Dindar bir gençlik yetiştireceğiz” diye ülkenin çocuklarını, gençlerini yeni bir ideolojik tornadan geçirmek değildir. Hayır, yaşadığımız sorunlar dindar olup olmama meselesi değildir. Dindar biri El Kaideci veya Taliban türünden olabilir, barışçı ve adil de olabilir. Aynı şey dindar olmayan biri için de geçerlidir.
Toplumun gerek duyduğu, çağdaş bir eğitimden geçen, işinde, mesleğinde ehil, aynı zamanda özgür düşünen, başkalarına kölece biat etmeyen, insanları seven, kadınlarına saygılı, başkalarının hak ve özgürlüklerine saygılı, adil ve vicdanlı nesiller yetiştirmektir.
Ülkemizin gerek duyduğu, aynı zamanda, başta Kürt sorunu olmak üzere, yüz yüze olduğumuz sorunları uygar insanlara yaraşır yöntemlerle çözmektir. Ülkemize barış ancak böyle gelir. On yıllardır süren şiddet ortamında psikolojisi bozulmuş toplum ancak böylece rehabilite olur ve bugün yaşadığımız vahşi manzaralardan zamanla kurtuluruz
|