Fransa’da, Charlie Hebdo dergisine saldırı sonrasında, teröristlere karşı büyük bir operasyon başlatıldı. Bütün dünya bu operasyonu canlı olarak televizyonlardan seyretti. Şeffaflık demokrasinin gereği. Demokrasi ise birçok durumda sonuca ulaşmayı kolaylaştırıyor. Bir kere, halkın güvenini kazanıyorsunuz; kimse “İşin içinde bir iş var” diye düşünmüyor; “provokasyon” şüphesine kapılmıyor. Ayrıca kamuoyu bilgi sahibi olduğu için polise yardım edebiliyor. Neticede bütün millet seferberlik halinde, tek bir amaca kilitleniyor.
Türkiye’de durum çok farklı. Her konuda yayın yasağı var. Yayın yasağı yetmiyor, Twitter ve YouTube engelleriyle sis perdesi yoğunlaştırılıyor. Anayasa Mahkemesi, hukukun gereğini yerine getirince de “düşman” konumuna itiliyor. Bütün bu tartışmalar yüzünden, meselenin özünü bırakıp, teferruata dalıyoruz; ortak bir noktada buluşacağımıza kavgaya tutuşuyoruz.
Yayın yasağı olan konuları şöyle bir sıralayalım:
- Uludere’de, kaçakçılık yapan sivil vatandaşlarımızı, F-16 uçakları, “PKK sınırdan sızıyor; içlerinde ‘Bahoz Erdal’ kod adlı PKK komutanı Fehman Hüseyin de var” duyumu yüzünden bombaladı. Yayın yasağı gelince, bu istihbaratı askere kimin verdiği anlaşılamadı. Sorumlular, hasıraltı edildi. * Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde 52 kişi (Erdoğan’ın söylemiyle 52 Sünni vatandaşımız) hayatını kaybetti. 146 vatandaş yaralandı. Buna da yayın yasağı getirildi.
- 2012 KPSS sorularının çalınmasına ilişkin haber de yayın yasağının konusu oldu.
- 17 ve 25 Aralık yolsuzluk dosyaları… Bunların da içeriği hakkında bilgi edinilmesi önlendi.
- Dışişleri Bakanlığı’ndaki güvenlik zirvesinden ses kayıtları sızdırıldı. Şimdi Cumhurbaşkanı ya da Başbakan çıkıp, bu sızdırma olayından dolayı “paralel çeteyi” suçluyor. Soruşturma hangi safhada, iddialar gerçeği mi yansıtıyor, bilenemiyor. Çünkü yayın yasağı var. Ya sızdırmayı odadaki 4 kişiden biri yaptıysa?
- Emniyet Müdür Yardımcısı Atıf Şahin ile Başkomiser Hüseyin Hatipoğlu’nun şehit olduğu Bingöl saldırısına yayın yasağı geldi. Önce “Failler yakalanıp cezalandırıldı” diye 4 kişinin adı ortaya atıldı. Sonra onların ilgisi olmadığı anlaşıldı. Meclis’e bu konuda verilen araştırma önergesi reddedildi. Tıpkı Uludere önergesinin reddedildiği gibi. Bu saldırı bir provokasyon muydu yoksa arkasında PKK mı vardı? Karanlıkta kaldı.
- Cizre’de olaylar birbirini takip ediyor. Polis kurşunuyla 14 yaşında bir çocuk hayatını kaybetti. Burada da yayın yasağı uygulanıyor.
***
Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, yatıştırıcı, kucaklayıcı ve güven verici bir konuşma yaptı: “Her vatandaşımıza bu ülkenin bir parçası olduğunu hissettirmeliyiz… Fransa’nın her tarafında anma törenleri tertip ediliyor. Bizim görevimiz, vatandaşların bu törene özgürce erişimini ve güvenli katılımlarını sağlamaktır” dedi.
Görüldüğü gibi, özgürlükler güvenliğe feda edilmiyor. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri polis gazıyla engellenmiyor. Hemen bir “iç düşman” belirleyip, yandaşlar organize edilerek, ülkede kutuplaşma yaratılmıyor.
Tayyip Erdoğan, başkanlık sistemine özeniyor; “Hiç değilse Fransa’daki gibi yarı başkanlık sistemi uygulansın” diyor. Niçin olmasın? Ama önce Erdoğan demokrat, hukukun üstünlüğüne saygılı, herkesi kucaklayan bir lider nasıl olur, onu öğrenmeli.
Fransa’daki gelişmeleri televizyondan izlerken, bizim siyasetimizdeki yetersizlikleri ve zaafları çok daha yakından görüp fark etme imkânını buldum. Ve ne yalan söyleyeyim, derin bir yeise kapıldım.
Hep aynı senaryo: Provokasyon
Müslümanlar’ın birçok ülkede, sayısız mağduriyet yaşadığı inkâr edilemez bir gerçek. Bu durum, en müşahhas bir şekilde Filistinliler’in maruz kaldıkları haksızlıklarla ortaya çıkıyor. Irak’ta, Amerikan işgaliyle yüz binlerce Müslüman’ın hayatını kaybettiği, ardından yaşanan istikrarsızlığın sıkıntıların ve ıstırabın sürmesine yol açtığı da unutulmamalı. Myanmar’da, hükümetin müsamahasıyla, Budistler’in, Müslüman kasabalarına saldırıp, iş yerlerini tahrip ettikleri, insanları katlettikleri biliniyor. Ama her olayı, daha somut bir şekilde ifade edeyim, her cinayeti, bu mağduriyetlerle izah etmek ve “provokasyon” iddiasıyla nitelemek doğru değil. Mesela, Fransa’da Charlie Hebdo saldırısı, İslâmafobi’yi körüklemek için gerçekleştirilen bir tertip şeklinde takdim edilemez. Ama bunu yapanlar var. Demiyorlar ki: “Maalesef aramızdan çıkan bazı fanatikler insan öldürmeyi, cihadın gereği sayıyor. Bunları telin ediyoruz.” Bir komplo teorisi yaratmaya çalışıyorlar.
İki müşahhas örnek vereceğim:
Akit: “Adrese teslim provokasyon… Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, önce kutsal değerleri hedef alınarak ‘tahrik’ edildi. Müslümanlar kendilerine yönelik bu ırkçı saldırıları ve zulümleri protesto etmek için gösteriler düzenleyince de Fransa’da 12 kişinin öldüğü provokasyon kokan bir saldırı yaşandı.”
Vahdet: “Bu işte bir gâvurluk var… Yüzü maskeli iki kişi Paris’in göbeğinde dergi binasını basıp 12 kişiyi öldürdü. Ellerini kollarını sallaya sallaya kaçtı. Hedef çok manidardı. Dergi 2 yıl önce Peygamber Efendimiz’le ilgili karikatürler yayınlamış ve büyük tepki çekmişti. Saldırının Avrupa’da İslâm düşmanlığının arttığı bir dönemde gerçekleşmesi dikkatlerden kaçmadı.”
Twitter’da da benzer yorumlara rastlıyoruz. Charlie Hebdo karikatüristlerinden bahsederken, kışkırtıcı yayınların bu sonu hazırladığını söylüyorlar ya da Müslümanlar’ı zor duruma düşürmek için harekete geçen küresel güçleri ve tabii ki İsrail’i suçluyorlar. Oysa yaşanan mağduriyetlerden çıkarılacak ders,
“Başkalarına haksızlık yapmamak, bizden farklı düşünenleri mağdur etmemek” şeklinde olmalıydı. Müslüman her fert, mağduriyetten öfke, zulüm ve katliam devşirmek yerine barış, hoşgörü, diyalog sonucunu çıkarabilseydi, İslâm’a çok daha hayırlı hizmetler yapmış olurdu.
Hep aynı senaryoyu yazmayı bırakın!!! “Provokasyon” mazeretine sığınmayın. Lütfen biraz özeleştiri.
|